Eteklerinden tarih akan şehir sokaklar boyu uzayıp gidiyor

Meral Karamuk Uğurşan

Onları etekli ve gayda çalan çalan erkekler ve dünyanın en lezzetli keklerini yapan kadınlar olarak tanıdık. Soğuk iklim nedeniyle ısınmak için sıkça viski içiyor ama hiç sarhoş olmuyorlardı. Kulağa tuhaf gelen bir dili, Keltçeyi konuşuyorlar, kendilerini anlamayanlara anlam veremiyorlardı. Yemyeşil yaylalarda at biniyor, Orta Çağ’dan kalma binalarda yaşıyorlardı. Görkemli katedrallerde ibadet ediyor, denizi bir balık kadar çok seviyor, cadıları ve efsaneleri öykülerine dahil ediyor, sanatı, kültürü, eğitimi başlarının üstünde tutuyorlardı. Onlar, yani İskoçlar, baştan beri geleneklerine bağlı yaşamış ve uzun zamandır İngilizce konuşuyor olmalarına karşın modern bir uygarlığı masallar diyarına çevirmiş ilginç bir halk. Tarih boyunca isyanlar ve savaşlarla çalkalanan ve önceden bağımsız bir krallık olarak varolan İskoçya 1707 yılından beri Birleşik Krallık’a dahil.

İskoçya denince akla Edinburgh geliyor hemen. Herkesin hayatında bir kez olsun görmesi gereken yeşil, canlı, gotik, geleneksel, sanatsal ve güzel bir şehir. İngiltere’nin kuzeyinde yer alıyor ve hem doğal çevresi hem de mimari yapılarıyla göz kamaştırıyor. Dünyada en çok turist akınına uğrayan şehirlerden biri olması da bu yüzden. Bölgenin merak edilmesi boşuna değil. Bir yandan onlarca milletten insanı ağırlarken öte yandan klişeleşmiş özelliklerinden hiç taviz vermeyen bu şehir, mağrur tavrıyla kendi bildiği biçimde varolmaya devam ediyor. İskoçya’nın başkenti olması nedeniyle diğer şehirlerden ayrılıyor. Kente girdiğiniz anda muhteşem bir mimari şölen ile karşılaşıyorsunuz. Eteklerinden tarih akan çok katlı ve sırt sırta vermiş yüksek binalar ağaçları kucaklayarak sokaklar boyu uzayıp gidiyor. Eğer bahar aylarında ziyaret ederseniz, şehrin dört bir yanına yayılmış pembe çiçekli kiraz ağaçları ile ‘highland’ olarak bilinen yaylaları saran uçsuz bucaksız sarı çiçekli bitki örtüsünü görme şansınız var. Kış aylarında ziyaret edecekseniz renkli bitkileri unutmanızı, bunun yerine dondurucu soğuğa karşı yanınıza kalın giysiler almanızı öneririm. Gerçi yaz kış farketmeksizin başınızı çevirdiğiniz her yerde sizi yeşilin binbir tonuyla ısıtan bitki örtüsü ile karşılaşacaksınız. Üstelik Orta Çağ mimarisinin en belirgin özelliklerini yansıtan binalar arasında dolaşırken kendinizi bir masalın içinde hissetmeniz de olası.

Edinburgh’a İngiltere’den özel aracınızla seyahat edecekseniz, İskoçya sınırına yaklaştığınızda etrafınızdaki görüntünün değişmeye başladığını, üçgen sundurmalı, kalın çatılı köy evlerinin giderek arttığını, yeşilin tonlara ayrılarak derinleştiğini, yolun sağını ve solunu çimenlere yayılıp otlayan vurdumduymaz koyunlar ile kuzuların sardığını farkedebilirsiniz. Bu modern İskoç köy evleri sizi Harikalar Diyarı’na sürükleyebilir. Şehir, yerleşim olarak Yeni ve Eski olmak üzere iki kısma ayrılıyor. Bu ayrım, eski kısımdaki binaların Orta Çağ’dan kalma olmaları nedeniyle yapılmış. Yine de Edinburgh’un üstünden başından tarih akan bir şehir olduğunu düşünecek olursak bunu çok da dikkate almamanız yerinde olur.

Eğer kısa süreli bir şehir tatili düşünüyorsanız öncelikle Edinburgh Castle, St Giles Cathedral, Princes Street, Royal Botanic Garden, The Edinburgh Dungeon, National Museum of Scotland ve Holyrood Park’ı mutlaka görmelisiniz. Princes Street’in hemen yanında bulunan Edinburgh Castle, yüksek kayalar üzerine inşa edilmiş ihtişamlı bir yapı. Avrupa’nın en eski kalelerinden biri. Kraliyet ikametgahı, askeri garnizon, hapishane ve kale olarak çok uzun ve zengin bir tarihe sahip. Eldeki kayıtlara göre bu bölgede askeri açıdan büyük avantajlar bulunduğunu gören demir çağı insanları kayaların üzerine hisar inşa ederler. Ardından bu hisarlar 12. yüzyılda kraliyete ait bir kale haline getirilir. Tarih boyunca birçok kez kuşatma yaşar ve pek çok kral ile kraliçeye ev sahipliği yapar. Kaleyi rehber eşliğinde ya da serbest olarak gezebilirsiniz. Yorulduktan sonra kayaların eteğinde yer alan parkta dinlenebilir, minik kafeteryadan atıştırmalık bir şeyler alıp çimenlerin üzerine serilebilirsiniz.

St Giles Cathedral, mimarisi belki de en güzel yapılardan biri olarak karşımıza çıkıyor. İskoçya’nın önemli Orta Çağ kilise binalarının içinde yer alıyor. Oldukça fazla sayıda insan tarafından ziyaret edilen kilise 1124 yılında King David tarafından yaptırılmış. 1320 yılında İngilizler’in İskoçya’ya yaptığı bir saldırı sırasında kilise ağır hasar almış. 1385’de ise İngilizler bu kez kiliseyi tamamen yok etmek üzere saldırmışlar. Kilise yok edilememişse de yangının izleri 19. Yüzyıla kadar sütunların üzerinde hala görülebilmekteymiş. Zaman içinde restore edilen ve saldırıların izleri silinen kiliseye 1985 yılında ünlü İskoç şair Robert Burns anısına vitray bir pencere yaptırılmış. Günümüzde St Giles, müzik konserleri ve konferans dizilerinden, el sanatları atölyeleri ve sanat sergilerine kadar çeşitli etkinliklere de ev sahipliği yapıyor.

Princes Street 18. yüzyıldan beri Edinburgh’un en önemli caddelerinden biri olarak biliniyor. Alışveriş bölgesi olması dolayısıyla da pek ünlü. Cadde üzerinde geleneksel İskoç dükkanlarının ve hediyelik eşya mağazalarının yanı sıra, barlar, restoranlar ve kafeteryalar yer alıyor. Caddede yalnızca tramvay, otobüs ve taksilerin bulunmasına izin verilirken, özel araçlar için trafik, caddenin sadece doğu kısmında açık. Burası, Edinburg Castle, Princes Street Gardens ve highlands manzaralı geniş bir cadde.

Aslında bitkilerin canlılığı ve çeşitliliği üzerine araştırmaların yapıldığı bir bilim merkezi olan Royal Botanic Gardens, ziyaretçilere de açık olması nedeniyle popüler bir yer olarak karşımıza çıkıyor. Dünyanın her yerinden getirilen bitkiler üzerinde yapılan çalışmaların yanı sıra bu bitkilerin sergilendiği bahçeleri ile de ziyaretçilerin ilgisiyle karşılaşıyor. Şehir gezisinden yorulup soluklanmak isteyenler için ideal bir mekan. Hiç görmediğiniz çiçekler, huzur veren bitkiler… Fakat yüksek adrenalin tercih edenler için aktörlerin, İskoçya tarihinden çeşitli olayları korkunç ama eğlenceli bir üslupla, izleyici etkileşimini de işin içine katarak özel efektler, tiyatro dekorları ve kostümleri ile canlı sundukları bir yeraltı etkinliği olan Edinburg Dungeon da ziyaret edilebilir. Etkinliğe dahil olmak için serbest giriş yapılabilir veya rehber eşliğinde gezerek daha çok bilgi edinilebilir.

1780 yılında The Society of Antiquaries of Scotland adıyla kurulan İskoçya Ulusal Müzesi ise günümüzde National Museum of Scotland olarak yoluna devam etmekte. Müzede antik mücevher sergilerinden bilim festivallerine, kitap tanıtımlarından online eğitimlere kadar birçok etkinlik yapılıyor. Sabah 10 ile akşam 5 arasında açık olan müzeye girişler ücretsiz.
Edinburgh Castle’ın bir kilometre doğusunda kalan Holyrood park, şehrin göbeğinde bulunmasının avantajlarını sunuyor ziyaretçilere. Geniş bir dağlık araziye sahip bölgeye ulaşım çok kolay. Fakat tepelere tırmanmak ve şehrin güzelliğini yukarıdan seyrederek temiz hava almak istiyorsanız rahat bir çift ayakkabı giymeniz iyi olur. Bisikletlilerin, yürümeyi ve tırmanmayı sevenlerin akınına uğrayan parkın içinde insan yapımı göller ve bisiklet yolları da bulunuyor.

Kültür ve sanat etkinliklerini seviyorsanız Lyceum Theatre, Edinburgh Playhouse ya da Capital Theatre’de oyun izleyebilirsiniz. İskoç viskisinin tarihini öğrenmek ve dünyanın en geniş viski koleksiyonuna sahip bir mekanda viski içmek için ise The Scotch Whisky Experience etkinliğine katılmalısınız. Rehber eşliğinde düzenlenen bu turda 3500 şişeye sahip viski koleksiyonunu görebilir, en ünlü viskilerin aromalarını tadabilir ve viski içtiğiniz kristal bardağı anı olarak saklamak üzere evinize götürebilirsiniz. On sekiz yaşın altındaki ziyaretçilere viski yerine İskoçyaya özel alkolsüz Irn Bru içeceğinin ikram edildiğini belirtmeden geçemeyeceğim.

Bu arada zamanınız kalırsa, Edinburgh merkezden yaklaşık sekiz kilometre uzaklıktaki Portobello Beach’e gitmeyi sakın unutmayın. Kuzey denizine açılan körfezde yer alan bu küçük plajın kıyısına sıralanmış evler sanki bir Orta Çağ tablosundan kaçıp gelmiş gibiler. Çocuklar için parklar ve aktivitelerin yanı sıra sahilde birbirinden güzel kafeteryalar ve restoranlar var. Deniz mevsimi olmasa bile, benim yaptığım gibi siz de ayakkabılarınızı çıkarıp incecik kumun üzerinde sahil boyunca yürüyebilirsiniz.

Gezilecek önemli yerlerin burada sıraladıklarımdan ibaret olmadığını söylemek isterim. Çünkü Edinburgh yazmakla, anlatmakla bitmeyecekmiş hissi yaratan bir şehir. Görmek istediğiniz özel yerleri gezdikten sonra kendinizi şehrin kolarına bırakmanız, binaların ve yolların sizi sürüklediği yere doğru akmanız iyi bir fikir olabilir. Her köşesinde yeni bir hikaye saklayan bu şehirde konaklamanız için harika oteller var. Hilton, Sheraton, İbis gibi otellerin yanı sıra apart oteller ya da daireler de gecelik olarak kiranalabilir. Old Town bölgesinde bulunan B+B otel 1875 yılında İskoçyalı bir gazetecinin ailesiyle birlikte yaşamak için yaptırdığı dört katlı muhteşem bir bina. Sonradan otel olarak kullanılmaya başlanmış. Tarihi olarak koruma altında bulunan binada iç dekorasyon, duvar kaplamaları, trabzanlar, kapı ve pencereler hala ilk günkü gibi duruyor. Geleneksel bir oteldense butik bir otel izlenimi yaratan B+B’de toplam 27 oda var. İkinci katta bulunan iki katlı kütüphane daha kapısından içeri adımınızı atar atmaz sizi büyüleyecek. Tavandan yere kadar orijinal ahşap kaplamaların, camekanlı kitaplıkların bulunduğu bu eşsiz salonda, kitaplardan sonra ilk göze çarpan şey odanın karşı duvarına sırtını yaslamış yaşlı, sofistik bir şömine. Üzerine sıralan viski şişeleriyle pek manidar. Uzanıp kitap okuyabileceğiniz rahat kanepeler, koltuklar, İskoç desenli halılar ve gözünüzü ayıramayacağınız daha pek çok obje… Hepsinden önemlisi bu kütüphane günün yirmi dört saati açık. Gece uyku tutmadığında odanızdan çıkıp, merdivenlerden yavaşça süzülerek kendinizi kitapların kollarına bırakabilirsiniz. Otel ayrıca kahvaltısıyla ünlü. Bir kahvaltıda bulunması gerekenlerin tamamının yanı sıra vegan ve vejeteryan kahvaltı da seçenekler arasında. Ya da klasik bir İskoç kahvaltısını tercih edebilirsiniz.

İskoçya denince akla hemen Harry Potter, Cesur Yürek, Sean Connery, Walter Scott, Alasdair Gray de geliyor. Elbette Outlander dizisini unutmamak gerek. 1945 yılında yaşayan evli bir hemşirenin gizemli bir biçimde zamanda yolculuk ederek 1743 yılına gitmesinin ve İskoç bir savaşçı ile evlenerek iki erkek ve iki zaman dilimi arasında kalışının konu edildiği diziden güzel bir replikle sonlansın yazı:

“Jamie: Your face is my heart Sassenach, and the love of you is my soul…”
“Jamie: Yüzün benim kalbim Sassenach ve aşkın benim ruhum…’’