“Çocuklarımızı ve gençlerimizi sanata yönlendirmeliyiz”
Sanatla uğraşmanın hem insanı psikolojik olarak rahatlattığına hem de yaşama karşı daha duyarlı ve bilinçli bir hale getirdiğine değinen ressam Cevdet Akman, “Çocuklarımızı ve gençlerimizi bu yönde eğitmek gerekiyor. Atatürk’ün de söylediği gibi, ‘Sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir’ dedi.
Resim çalışmalarını 1990’lı yıllarda geldiği Londra’da sürdüren Cevdet Akman, sanat anlayışında ‘makineleşen insan’ temasına vurgu yapıyor. Sanatın hayatı sorgulayan bir işlevi olması gerektiğini savunan Akman, gelişen teknolojinin yaşamla ve doğayla olan iletişimimizi de etkilediğini düşünüyor. Sanatın bakış açılarını değiştiren bir yapısı olduğunu da söyleyen Cevdet Akman ile resim sanatı üzerine konuştuk.
“Resim Tutkum Çocukluk Dönemime Dayanıyor”
“Türkiye’nin doğusunda, Van Gölü kıyısında, Ahlat’ta doğmuşum. Çoçukluğumdan lise dönemine kadar olan hayatım ise Tatvan’da geçti. Sanatla olan bağım çocukluğuma ve o yörelerde geçirdiğim zamanlara dayanır. Çizmek ve boyamak tutkusu, o günlerde derin ormanlardan ve ağaçlardan esinlenmemle başladı. Çoğunlukla suluboya ile peyzaj orman resimleri yapar, dokularını öne çıkarmaktan keyif alırdım. Devamında yağlıboya tekniği ile de çalışmalarım oldu. Sınıfımdaki bazı arkadaşlarımın da resim ödevlerine katkı sağlardım.
Resmi Hiçbir Zaman Para Kazanma Aracı Olarak Görmedim
Gazi Üniversitesi Fransızca bölümünü kazandım, ama resim yapıyordum. İlk sergimi Ankara’daki Fransız Kültür Merkezi’nde, ikincisini de Osmanlı Sanat Galerisi’nde açtım. İlk sergim bombalanma haberleri nedeniyle yarım kaldı, ama oraya gelen bir kişinin desteği ile ikinci sergimi açma imkanı buldum. Üniversitede resim bölümüne geçmek istedim, o kargaşa ortamında bunu yapamayınca, Fransızca bölümüne İstanbul’da devam ettim. Fındıklı’daki Güzel Sanatlar Akademisi’nden Özdemir Altan hocaya çalışmalarımı gösterdim. Çalışmalarımı beğenince, beni bir yıla yakın misafir öğrenci olarak kabul etti. Taksim’deki sanat galerisinde iki sergi daha açtım. Bu dönemde İstanbul ve Ankara’da ‘Makineleşen İnsan’ teması altında açtığım toplamda dört sergi ile sanat ortamına ilk adımlarımı atmış oldum.
Viyana’da Üç Yıl Güzel Sanatlar Alanında Eğitim Aldım
1978 yılında Viyana’daki Hochsule Fur Angevante Kunst sanat akademisini kazandım ve Viyana’ya giderek üç yıla yakın bir süre orada güzel sanatlar eğitimi aldım. Viyananın sanat ekolü olan fantastik realizmin benim çalışmalarımla önemli ölçüde örtüşüyor olması bu okula gitmemde büyük rol oynadı. Daha sonra bir Arap firması çalışmalarımı görüp beğenince, benimle iletişime geçti. Ben de Arabistan’a giderek iki yıl çalıştım. Sonra İstanbul’a döndüm. O dönem dekorasyon çalışmalarına yöneldim. Resmi en başından beri para kazanma aracı olarak görmedim. 1990’lı yıllarda Londra’ya gelinceye dek dekorasyon çalışmalarına devam ettim.
Fransız Kültür Galerisi’ndeki İlk Sergim Çok Ses Getirdi
Ortaokul döneminde daha çok suluboya çalışırdım. O dönemki çalışmalarım çoğunlukla ağaçlar, manzaralar, ormanlar olurdu. O dönemden maalesef elimde bir şey kalmadı. Sonrasında yağlıboya da çalıştım. Birçok sanatçının desenlerini irdeledim. Akademik merakım da o dönemlerde başladı. Çünkü desensiz ve anatomisiz bir resim sanatı düşünülemez.
Zira biçimleri ve kompozisyonları önce taslak halinde desen çizerek kurmak, tasarlamak gerekir. Bu sebeple elimizde her zaman bulunan ve her yerde var olan tükenmez kalemlerle denemeler yapmaya başladım. Bu malzeme aynı zamanda sadece atölyede iken değil, seyahat ederken, yoldayken, kısaca her yerde sürdürebilme imkanı vererek, bana daha tempolu bir şekilde üretme ve çizme şansı verdi. Silme imkanı olmadığı için, kendime daha doğru desen çizme bilincini yükleme fırsatı yakaladım.
Böylece başlayan serüvenimi, Ankara Fransız Kültür Galerisi’nde ‘Mekanikleşen İnsan’ konusu altında topladığım eserlerimi bir araya getirdiğim ilk sergim ile sürdürdüm. O dönemde çok ses getirdi. Hatta sergi sonrasında bu tekniği geliştirmek üzere Paris’e gönderilme durumum oldu. Ancak bazı bürokratik sebeplerle bu imkan gerçekleştirilemedi.
Londra Macerası Duygusal Bir Hikaye İle Başladı
İstanbul’da işlerim iyi gidiyordu, sanatı da içinde barındıran özgün projeler yapıyordum, fakat sonra duygusal bir mevzu oldu ve ben kendimi Londra’da buldum 10 Kasım 1990 tarihinde buraya geldim. Aslında kalmayı düşünmüyordum, ama şartlar öyle gelişti ve kaldım.
Sanatın Yaşamı Sorgulayan Bir İşlevi Olmalı
Ben sanatın sadece çevremizde gördüğümüz doğa harikalarını, güzel insanları ve objeleri resmetmenin ötesinde, içinde bazı fikirleri barındıran, yaşamı sorgulayan bir işlevi de olduğunu düşünüyorum. Eserlerimde ‘makineleşen insan’ yapısına vurgu yapıyorum. Bugün otomobilsiz veya telefonsuz yapamıyorsak, bu bizim yaşamla ve doğayla olan ilişkimizi de etkiliyor, bakış açımızı değiştiriyor. Sanat anlayışımı da ‘makineleşen insan teması’ altında topluyorum. Bu anlamda yaptığım çalışmaların fantastik realizm ile bütünleştiğini gördüm. Yaptığım bütün eserler o çizgide görülebilir.
Bu sanat anlayışı bende Viyana döneminden önce başladı. 1975’lerden beri sürdürüyorum. Bu sayede yaşamın ve insanların nereye gittiğini de sorguluyorum.
Ama okul öncesi ve sonrası yaptıklarıma baktığımda o dönemde fantastik realizmin temsilcilerini izlediğimi düşünmüyorum. Zaten daha öncesinde böyle bir hedefim olmadı. Yaptığım çalışmaların onlarla örtüşmesi bizi bir araya getirdi. Ben daha çok kendi çizgimi sürdürdüm.
Mekanikleşen İnsan Vurgusu 16 Sergimle Bütünleşti
Özellikle Ankara dönemindeki çalışmalarım, cadde ve sokaklarda, otobüs ve dolmuşlarda devam ederken, doğal modeller üzerinden hem tekniğim hem de eserlerimin fikirsel yönü ile bütünleşiyordu. Bu anlamda sürekli takip ettiğim görme engelli ve dilenen insanları çizmeye başladım. Onların sınırlı hareketleri ve dış dünya ile iletişim biçimleri ‘makineleşmekte’ olduğumuz fikrinin ilk ışıkları oldu. Günümüzde artık kendi ürettiğimiz mekanik unsurların bizi ne denli esir almaya başladığının, yaşantımızın kablosuz ve telefonsuz geçemediğinin, hatta artık kodlanarak robotlaşmakta olduğumuzun benim için ilk ayak sesleriydi. Bu tema altında açmış olduğum 16 sergimin ‘Mekanikleşen İnsan’ vurgusunun 150’nin üzerinde eserimle iyice bütünleştiğini, son eserim ile de çok daha perçinleştiğini söylemeden geçemeyeceğim.
Tükenmez Kalemde Silebilme İmkanı Veya Geriye Dönüş Yok
Yağlıboya ve suluboya çalışmalarım sonrasında başka hangi teknikleri deneyebileceğimi kendime sordum. Desen çizme keyfi tükenmez kalemle başladı. O dönemde bu teknikle çalışan sadece 4-5 kişi vardı. Karakalem size silme seçeneği veriyor, ama tükenmez kalemde silebilme imkanı ya da geriye dönüş yok. Bu teknik attığınız bütün çizgileri doğru şekilde yapmaya çalışarak, kısa zamanda en doğruyu bulma disiplini sağlıyor. O detaylara girdikçe keyif de almaya başladım. Son çalışmalarımda bütün renkleri, kavramları içeren figuratif bir yaklaşımla seri oluşturdum. Hali hazırda tükenmez kalemde en az 9-10 renkte çalışıyorum. Kahverengi, yeşil, yeşilin tonları, mavi, mavinin tonları, siyah… Aslında o anlamda bütün renkleri kullanıyorum.
Tükenmez kalem ile yapılan eserlerin kalıcılığı daha uzun oluyor. Vernikleyerek çalışmaların kalıcılığını daha da uzatabiliyorsunuz. Tuval üzerine de tükenmez kalem çalışması yapılabiliyor. Kaliteli bir kağıtla çalışmanın keyfi, hem doku hem de tarz olarak bambaşka.
Sanat İnsanı ve Yaşamı Görsel Doğrularla Ortaya Koymaktır
Sanat benim için sadece gelişigüzel çizmek, boyamak veya yaşamdaki görsel güzellikleri olduğundan fazla güzel gösterebilmenin ötesinde, yaşamın eğrisini doğrusunu sorgulama, iyi ve kötüyü, eveti ve hayırı arama, insanın ve yaşamın nereye gitmekte olduğunu görsel doğrularla ortaya koyma eylemidir. Tıpkı Da Vinci’nin dediği gibi, bir ressamın zihninde ve ellerinde kendi evreni vardır. Picasso da şöyle demiştir: Bir ressamı, bir şairi ne sanıyorsunuz? Sadece gözü, kulağı olan kişiler değil. Hepsinin ötesinde, dünyadaki tüm değişimlere ve gelişimlere duyarlı olan, kalbi kırılandır. Sanat, gelişimin savaş enstümanıdır. Sanatın her bölümünde süreklilik çok önemli. Ruh haliniz, üretkenliğiniz, konuları da destekliyor. Üretme isteği süreklilik kazandıkça, kişinin eserleri daha sağlam oluyor ve doğru yol alıyor.
Çok İyi Bir Mimar Olmak İstiyorsan, Önce Ressam Olacaksın
Yaşamın hangi alanına bakarsak bakalım, sanatı görebiliriz. Örneğin sahip olduğumuz bir otomobil bile sanat ürünüdür. Bunu endüstriyel tasarım ile açıklayabiliriz. Onu düşünmek ve içerisinde olmak çok iyi bir ressam olmayı da gerektiriyor. Da Vinci, “Çok iyi bir mimar olmak istiyorsan, önce ressam olacaksın” der. Resim içerisinde felsefe, perspektif, anatomi, kısaca her şeyi barındırır. Geniş anlamda bakıldığında bu özelliği görülecektir.
Sanatla uğraşmak, onun bir kolu içerisinde olmak insanı psikolojik olarak rahatlatan ve varsa kimi sıkıntıları da onaran bir etki yaratıyor. Nitekim doktorlar da, sanatın, kişinin yaşamdan keyif almasını ve kendini sevmesini sağlayan bir etkisi olduğunu söylüyor. Ben çocuklarımızı ve gençlerimizi bu yönde eğitmemiz gerektiğini düşünüyorum. Atatürk’ün de söylediği gibi, “Sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” Daha duyarlı olmak, yaşama daha bilinçli bakmak ve kendini sürekli eğitmek sanat ile mümkün. Üstelik resim, istendikten sonra yolda bile yapılabiliyor. Ben bunun örneğini yaşıyorum. Otobüste, trende çok kez resim yapmışlığım var. Bu ayrı bir keyif ve sanatın hayatımızda kaçınılmaz bir etkisi olduğunu gösterebilecek güzel bir örnek olsa gerek.”